Erdoğan rejimi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin doğrudan doğruya DAİŞ ve El Nusra’ya karşı 2015 “uluslararası ittifak” çağrısını esasen Kürtlerin Suriye ve Irak’ta DAİŞ ile mücadele sonucu elde ettiği özerk yönetimleri yıkmak için istismar etti ve ediyor.
Bu kapsamda 2016’dan bu yana Êfrin, Gîre Sıpî, Serekanî ve Cerablus’u işgal altında tutuyor. Suriye’de sınır bölgelerinde Rusya ve ABD ile anlaşarak 30 km derinlikte bir “güvenlik kuşağı” tesis etmek üzere en az 5 bin asker bulunduruyor. İdlib’de cihatçı güçleri sözde “silahtan arındırma” gerekçesiyle 12 gözlem noktasında asker bulunduruyor. Irak’ta da başta Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) Peşmergeleri’ne askeri eğitim verme gerekçesiyle en az 2 bin 500 asker bulunduruyor.
Erdoğan yönetimi esasen Ankara’nın Kürtlerle savaşında önceki Türk hükümetlerinin askeri maksatlarını takip etmekle birlikte uygulamada onlardan iki noktada ayrılıyor ve kendine özgü özellikler ediniyor.
Birincisi, Güney ve Batı Kürdistan’da Kürtlere karşı savaşın bir fonksiyonu olan dış askeri harekat, artık Erdoğan rejimi için daimî bir politika enstrümanı olarak iç politikada rıza üretiminin başlıca momenti haline gelmiştir. Türkiye’nin bir zamanlar “Kürt Sorunu”nu gerçekten çözme diye bir hedefi eğer var idiyse, bu süreçte bu hedef tamamen kaybedilmiştir. Ankara bu bağlamda Kürtleri “yenerek” sorunu “bitirme” stratejisiyle savaşı Türkiye sınırlarının dışına, Kürtler’in yaşadığı her yere yaymış ve sorunun alanını ve aktörlerini tarihte hiç olmadığı kadar uluslararasılaştırmıştır.
Bunun kaçınılmaz sonucu olan “uzayan savaş” stratejisi, aynı zamanda eski devletten toprak, nüfus ve rejim olarak başkalaşmış bir “Sünni-Türk otokrasisi” -kendine özgü bir faşizm- inşa siyasetinin “başka araçların karışımıyla sürdürülmesi”nin de en önemli kaldıracı haline gelmiştir.
İkincisi, Erdoğan iktidarının son 10 yılında, savaş ve savaş endüstrisinden özellikle nemalanan bir sermaye grubunun, devlet olanaklarıyla palazlanıp iktidarın odağına yerleşmesi, bir “askeri-sınai kompleks”in teşekkül etmiş ve bu sermaye grubunun özgül çıkarını sermayenin ortak çıkarının üstüne çıkartmış olmasıdır.
2002’deki ilk AKP hükümetinin Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, halen Kuzey Irak’ta süren ve Kuzey Suriye’ye doğru genişleme eğiliminde olan sınır ötesi operasyonların Erdoğan rejiminin iktidar stratejisi kapsamında yaklaşan genel seçimler için bir avantaj yakalamakla da ilgili olabileceği görüşündedir: "Bir hükümet böyle bir fırsat yakaladığında bunu kaybetmek istemez. Hani derler ya, gökyüzündeki yıldızlar 287 yılda bir aynı hizaya gelirmiş. Türkiye için de 287 yılda bir böyle yıldızlar böyle bir araya gelmişse, bundan yararlanmak isteyebilir. Her ülke böyle bir fırsattan yararlanmak ister."
Erdoğan, 2014’te DAİŞ’in Irak’tan Suriye’ye doğru yayılarak Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafında Kürtlerin Araplarla iç içe yaşadıkları bölgeleri istilaya girişmesini bir fırsat saymıştı. Türkiye’de yaşayan 20 milyon Kürt yürekleri ağızlarında, DAİŞ kuşatması altındaki, Türkiye’nin Suruç ilçesinin karşısında Kobani’de süren direnişe moral destek için Suriye sınırlarına akarlarken, Erdoğan 7 Ekim 2014’te, bir başka sınır ilçesi Islahiye’den “İşte, Kobani de düştü düşüyor,” diyerek Rojava’nın direniş azmini ve başarı umutlarını kırma çabasına girişmiş ve Birleşmiş Milletlere DAİŞ’e yönelik hava saldırılarının durdurulması çağrısında bulunmuştu.
Erdoğan’ın bu düşmanca tutumu, Kuzey Kürtleri arasında eşi görülmedik bir isyan havasını körüklemiş, Türkiye’ni seküler ve demokratik çevrelerini galeyana getirmiş, uluslararası dayanışmayı kızıştırmış dünyanın her yerinden özgürlük savaşçılarının başta Kobani olmak üzere Rojava’ya akmasına hız kazandırmış, Kobani direnişi gücünü toplayarak DAİŞ’i bozguna uğratmış ve Rojava özgür, özerk özyönetimlere dayanarak tarihsel bir mücadele örneği oluşturmuştu.
Bütün bu süreçte uluslararası dayanışmanın iki momenti, Türkiye’nin demokratik güçlerinin Kürtler ve Kürdistanla dayanışması, ve Batı’nın devrimcileri, demokratları ve insan hakları svunucularının Rojavay’la dayanışması DAİŞ, AKP ve Siyasal İslam arasındaki ittifakın kırılmasında ve Türkiye statükosunun sarsılmasında muazzam bir rol oynadı.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) bu momentte kaynaşmış bir politik güce dönüştü. Türkiye’nin demokratik ve sosyalist politik güçleri, özgürlükçü kadınları ve Alevileri DAİŞ’in temsil ettiği apokaliptik gelecek karşısında Kürtlerle bir toplumsal ve manevi ortaklık kurdular, Türkiye’nin iki kutuplu -Türkçü otoriter ve İslamcı despotik- geleneksel siyasal kurgusunu çelen bir üçüncü kutbu HDP çevresinde ördüler. Erdoğan’a toplumsal ve demokratik mücadeleyle Haziran 2015’te ilk büyük siyasal yenilgisini yaşattılar.
Son yedi yıl boyunca, Erdoğan bu arka plan üzerine yıkılmış Türk-İslam statükosunu yeni bir rejim etrafında diriltmek üzere içerideki savaşını bölgesel bir savaşa doğru taşıracak şekilde içeride ve dışarıda faşizm ve sömürgeciliği kurumsallaştırmak hedefiyle Kürt halkına ve Türkiye demokrasisine karşı savaşıyor.
Bugün, dünya kamuoyunun dikkatlerini bu sömürgeci yayılma emellerine çekmek üzere Erbil’e yönelen uluslararası dayanışmada yer alanlar, 2014’teki büyük atılımın ayak izlerine basarak güvenle yol alabilirler. DAİŞ’i yok eden, Kürtler’i dört parçada dayanışmaya sevk eden ve Erdoğan’ın zalim hesaplarını boşa çıkaran bu dayanışma bir tesadüf ya da olağan akıştan bir sapma değildi. Tarihin ileriye akışının zorunlu bir sonucuydu.
O gün başardık, başardınız. Gene başarabiliriz.