Politics

"Etkisizleştirme" Olarak Afet Yönetimi: Türkiye'de Acil Durum Politikaları

6 Şubat depremlerinden sonra Türk hükümeti afet yardımı organize etmek için sivil toplumla çalışmayı reddetmiş, bunun yerine "yağmacılara" ve Suriyeli göçmenlere karşı ırkçı bir ahlaki paniğe yönelmiştir.
Türkiye, Suriye ve Kürdistan'ı vuran depremler eşi benzeri görülmemiş insan kaybına ve fiziksel yıkıma neden oldu. Türk hükümeti felakete müdahale etme konusunda dramatik bir şekilde başarısız oldu ve on binlerce insanın enkaz altında kalarak öldüğü tahmin edilirken, hayatta kalan milyonlarca travma geçirmiş kişi çaresizce "Devlet nerede?" diye sordu.

Türkiye Afet Yönetimi Kurumu (AFAD) depremin üzerinden altmış iki saat geçmesine rağmen en kötü etkilenen bölgelerden biri olan Hatay'ın merkez ilçesinde enkaz altında kalan insanları kurtarmak için kurtarma çalışmaları yürütemedi. Durum, depremden etkilenen diğer şehir merkezlerinden dokuzunda da benzer olmakla beraber kırsal alanlarda çok daha kötüydü. Hükümetin yetersiz acil durum yönetimi ve deprem bölgelerinden sosyal medya aracılığıyla gelen yardım çığlıkları, kısa sürede ülke genelinde bir yardım seferberliği yarattı. Dayanışma ağları, karşılıklı yardım kuruluşları ve Erdoğanistlerin uzun süredir "terörist" olarak karaladıkları muhalefet liderliğindeki belediyeler, enkaz altında kalan insanları kurtarmak ve depremzedelerin ihtiyaç duyduğu yardımı karşılamak amacıyla büyük bir örgütlenme düzenledi. Yunanistan, Ermenistan ve Irak Kürdistanı'nın (Türk devleti tarafından genellikle düşman olarak gösterilen devletler) yanı sıra hükümetin defalarca Türkiye'nin birliği ve toprak bütünlüğüne karşı komplo kurmakla suçladığı birçok Batılı devlet de dahil olmak üzere uluslararası toplum da yardım çağrılarına hızla yanıt verdi.

Böyle bir kriz döneminde Türk hükümetinin toplum temelli yardım çabalarını memnuniyetle karşılayacağı düşünülebilir. Hatta bu çabaları devlet tarafından organize edilen afet müdahalesine dahil etmek için çaba göstereceği düşünülebilir, fakat durum böyle değildi. AKP hükümeti, muhalefetin öncülük ettiği dayanışma örgütlenmesini bir tehdit olarak algıladı ve depremzedelere yardım ulaştırmayı amaçlayan kolektif eylemleri bastırmak için agresif bir kampanya başlattı.

AKP hükümetinin depremlerin ardından yardım için örgütlenen sivil toplum gruplarına yönelik amansız düşmanlığını nasıl açıklayabiliriz? Türk hükümetinin afet yardımı organize etmek için sivil toplumla çalışmayı reddetmesi ve "yağmacılara" ve Suriyeli göçmenlere karşı ırkçı ahlaki paniğe yönelmesinin nedeni ne?

Son on yılda Türkiye, öncelikle baskıcı devlet kurumlarını (polis, ordu ve istihbarat), baskıcı olmayan işlevleri (afet yönetimi, sağlık ve eğitim) yerine getirenler pahasına güçlendirmeye odaklanan otoriter bir devlet dönüşümünden geçti. Bu süreç, iki ayaklanma (2013-14), şehir savaşları (2015-16) ve ülke içinde bir darbe girişimi (2016) ile Suriye'de üç sınır ötesi askeri operasyon (2016-19) dahil olmak üzere bir dizi kolektif çekişmeli olayla ortaya çıktı. Bu süre zarfında hükümet, etkisizleştirme uğraşları göstererek acil siyasi durumlarla başa çıkma konusunda giderek daha becerikli hale geldi.

Bu çekişmeli dönemlerde Erdoğan, yönetimine yönelik meydan okumaların üstesinden gelmek için öncelikle Türk etno-milliyetçiliğini harekete geçirerek halk desteğini topladı, siyaset kurumunu birleştirdi ve hem iç hem de dış düşmanlarla mücadele ettiğini iddia ederek muhalefetin altını oydu. Öte yandan, pandemi, orman yangınları ve son olarak depremler gibi kamusal acil durumlarla mücadele etme ihtiyacı ortaya çıktığında, ilgili devlet kurumları bunları etkili bir şekilde yönetemedi ve bu da halkın yaygın öfkesine ve muhalif seslerin ve/veya azınlıkların suçlu ilan edilmesine neden oldu.

Herhangi bir acil durumun altında yatan neden ne olursa olsun, Türk hükümeti olağanüstü halleri meşruiyet için siyasi bir rekabet olarak değerlendirmiştir. Hükümetin son depremlere verdiği tepki, aşırı derecede siyasallaştırılmış olağanüstü hal anlayışıyla tutarlıdır. Vatandaşlarının hayatlarını koruyamaması nedeniyle bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya kalan Türk hükümeti, dayanışma hareketini etkisiz hale getirmek amacıyla yaygın Suriye karşıtı duyguları kullanarak bir etkisizleştirme kampanyası başlattı. Hükümetin etkisizleştirme çabaları sadece meşruiyetini geri kazanmaktan ziyade, depremin vurduğu bölgeleri bir yıl içinde yeniden inşa edecek yeni bir mega proje için gerekli koşulları yaratmayı da amaçlıyor.

Eleştirel Öncüller ve Afet Yönetimi Politikası

Depremlerin büyüklüğü ve sığlığı kuşkusuz felaketin yıkıcılığını artırmıştır. Öte yandan, yüksek insani ve fiziksel maliyete doğrudan katkıda bulunan yapısal dinamikler, AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana oluşum içindeydi. AKP'nin sermaye birikim stratejisi büyük ölçüde inşaat sektöründeki hızlı büyümeye ve hem ulusal hem de yerel düzeyde kural ve düzenlemelerin sistematik ihlallerine karşı bürokratik hoşgörüye dayanmaktadır -özellikle de müteahhitlerin doğru siyasi ağlara erişimi varsa. Böyle bir bağlamda "yolsuzluk" terimine kolayca başvurmak yanıltıcıdır: bu sistemik ihlallerin yaygınlığı, sorunun AKP'nin ekonomik büyüme modeline gömülü olduğunu ve bu model tarafından şekillendirildiğini göstermektedir. TMMOB Mühendis ve Mimar Odaları Birliği tarafından hazırlanan bir rapora göre, depremler nedeniyle yıkılan veya hasar gören yapıların neredeyse yarısı 2000 yılından sonra inşa edilmiştir.

Yüksek ölü sayısına katkıda bulunan bir diğer önemli faktör de hükümetin 2009 yılında daha önce askerler tarafından yönetilen afet müdahale altyapısını lağvettikten sonra iyi işleyen bir afet yönetim kurumu kuramamış olmasıdır. AKP'nin ordunun acil durumları istismar etmesini önleme inancı meşru bir endişeye dayanıyordu. 1960'lardan 2000'lerin başına kadar laik-milliyetçi Türk ordusu, gerçek ya da uydurma olağanüstü halleri kullanarak ülkeyi doğrudan ya da dolaylı olarak yönetebilmiştir. Bu, kontrgerilla ilkelerinin yönetim yapılarına kalıcı olarak yerleştirilmesini gerektirdi. Ancak AKP hükümetinin afet yönetimini sivilleştirme projesi, takip eden yıllarda daha az etkili bir afet müdahale kurumuyla sonuçlandı. Daha önce var olan tüm afet yardım kuruluşları 2009 yılında Türkiye Afet Yönetimi Kurumu (AFAD) çatısı altında birleştirildi. Çok geçmeden AFAD, afet yardımlarını daha fazla siyasi kontrole tabi tutan çok katmanlı bir koordinasyon bürokrasisi tarafından kuşatıldı. Bir afet durumunda hızla harekete geçmek için bağımsız karar alma yetkisi kademeli olarak ortadan kaldırıldı. Dahası, AKP hükümeti Kızılay gibi afet yardım kuruluşlarını, yurtiçindeki afetler pahasına yurtdışına insani yardım ulaştırarak yumuşak güç üretmek üzere yeniden yapılandırdı.

AKP hükümetinin afet kurtarma altyapısına yatırım yapmaması, Türkiye'nin otoriterleşmesi ve zorlayıcı devlet kurumlarına aşırı yatırım yapmasıyla da bağlantılıdır. Türk hükümeti son on yılda kaynaklarının önemli bir bölümünü iç muhalefeti bastırmak için bir polis devleti kurmaya ve Kürdistan, Suriye, Irak ve daha geniş Orta Doğu'daki bölgesel-emperyalist gündemini ilerletmek için bir savaş aygıtı oluşturmaya yönlendirdi. AFAD 2009'dan bu yana çoğunlukla Türkiye'deki ve Suriye'nin Türk işgali altındaki bölgelerindeki mülteci kamplarını yönetmeye odaklandı. Bu durum AFAD'ı büyük bir "doğal" afetle başa çıkma kabiliyetinden yoksun bıraktı. Ülkede baskıcı olmayan etkili kurumların yokluğunda, Türkiye'nin siyasi elitlerinin Orta Doğu'da bölgesel bir güç oluşturma hırsı depremlerin yıkıcı etkilerinin artmasına katkıda bulunmuş oldu. Benzer şekilde, hükümetin afetlere müdahalesi hala devletin toplum üzerindeki hakimiyetine olan inanç ve yakın geçmişteki büyük felaketlerden çıkarılan siyasi derslerle şekillenmektedir.

Her Yerde ve Hiçbir Yerde Olan Hükümet

İslam yanlısı AKP'nin 2002'de iktidara gelişi, art arda oluşan iki kriz ile beraber hızlandı. Bunlardan ilki 1999 İzmit depremi sonrasında koalisyon hükümetinin hayatları korumakta ve etkili bir şekilde yardım sağlamakta başarısız olmasıydı. Bu durum özellikle çarpıcıydı çünkü Türk ordusu afet müdahalesini organize etmek için ilk yetmiş iki saat içinde hızla harekete geçmişti. Sınırlı devlet kapasitesi nedeniyle yardım çabaları ancak kısmen etkili olurken, Türkiye'nin sanayi kalbi vurulduğu için depremin ekonomik etkisi ağır oldu. 2001 ekonomik krizi, dolaylı olarak laik ordu tarafından yönetilen "Eski Türkiye"nin sonunu işaret ediyordu. Her ne kadar ordu 1990'lar boyunca Kürt ve İslami hareketleri devlete ve millete yönelik tehditler olarak göstererek zorlayıcı egemenliğini meşrulaştırmayı amaçlamış olsa da, bu iki kriz AKP'nin 2002'de seçimleri kazanmasının önünü açtı.

Bu geçiş aynı zamanda kötü yönetilen felaketlerin toplumun ülke hükümetine, devlet kurumlarına ve liderliğine olan güvenini nasıl aşındırabileceğini de açıkça ortaya koydu. Aynı şekilde, 2023 depremleri de hükümetin kendi vatandaşlarını koruma konusundaki zayıflığını ortaya koyarken, muhalefete de Erdoğan'ın otoriter yönetimini daha da sarsmak için yapısal bir fırsat sunmuştur. Depremlerin Türkiye'deki siyasi manzarayı nasıl yeniden şekillendirebileceğini anlamak ise hükümetin acil durum siyasetine yaklaşımının daha kapsamlı bir şekilde incelenmesini gerektiriyor.

Türk devlet kurumları 2023'teki ilk depremin ardından en kötü etkilenen bölgelerde günlerce neredeyse hiç bulunmadı. Ancak bu, Erdoğan'ın otoriter siyasi mekanizmasının boşta olduğu anlamına gelmiyor. Hükümet 6 Şubat 2023'ten bu yana felaketin kendisinden ziyade krizin siyasi yansımalarını yönetmeye odaklandı. Bu tür felaketlere yeterince müdahale edecek etkili kurumların yokluğunda, Erdoğan'ın zorlu "doğal" felaketlerle başa çıkmaya yönelik otoriter oyun kitabı, şiddet içeren ve içermeyen baskı taktiklerinin birleşimiyle hükümete yönelik yaygın toplumsal öfkeyi yönetme süreci olan etkisizleştirme ile tanımlanır.

Erdoğan'ın oyun kitabının temel hedefi, yetersiz afet müdahalesinin siyasi maliyetini en aza indirmek olmuştur. Yaklaşımı, etkisizleştirme olarak afet yönetimi anlamına gelmektedir. Böyle bir strateji, hükümetin vatandaşlarını korumadaki başarısızlığının maliyetlerini dışsallaştırabildiği ve toplum temelli acil durum müdahalesi için harekete geçen dayanışma ağlarını ve sivil toplumu bastırabildiği ölçüde etkili olabilir. Bu noktada etkisizleştirme, Erdoğan'ın depremden etkilenen bölgelerde yeni mega projesini başlatabilmesinin ön koşuludur ki bu da bir kez daha güvenlik yerine hıza öncelik verecek gibi görünmektedir. Bu şekilde hükümet dayanışma ağlarını yıkıma uğramış şehirlerden çıkarmayı, ulusal ölçekte muhalif sesleri susturmayı ve yakın gelecekte artması muhtemel siyasi hareketliliğin önüne geçmeyi hedefliyor.

Şiddet içeren ve içermeyen taktiklerin bir birleşimi yoluyla kalpleri ve zihinleri kazanmaya çalışmak Türkiye'de pek de yeni bir olgu değildir. Türkiye'deki baskıcı devlet kurumları, Kuzey Kürdistan'da 1984'ten beri devam eden etkisizleştirme kampanyasının bir uzantısıdır. Bu nedenle devlet kurumları sadece Kürt bölgesinde değil, tüm Türkiye'de devletin meşruiyetine yönelik herhangi bir büyük meydan okumanın üstesinden gelmek için kontrgerilla taktiklerine büyük ölçüde güvenmektedir. Kontrgerilla uygulamaları, özellikle AKP'nin Kürt barış sürecini (2009-2015) sonlandırırken 1990'ların kontrgerilla elitleriyle ittifak kurmasının ardından, Gezi ayaklanmasından (2013) sonra Türkiye'nin otoriterliğe geçişinde önemli bir rol oynamıştır. Son on yılda yönetici elitin sürekli olarak kontrgerilla tekniklerini kullanması, vatandaşların neredeyse yarısının "terörist" olarak etiketlenmesiyle sonuçlandı.

Gerçek bir olağanüstü hal ortaya çıktığında baskılamayı meşruiyet inşa edici faaliyetlerle birleştirmek, 2015'ten bu yana hükümetin etkisizleştirme dağarcığının merkezinde yer alıyor. Hükümetin psikolojik operasyonları olağanüstü halin türüne göre değişebilir, ancak genel hedefleri ikincil azınlık gruplarını kriminalize ederek Türk egemen çoğunluğa hitap etmektir. Afetler bağlamında devletin azınlık gruplarını stratejik olarak günah keçisi ilan etmesi, hükümetin beceriksizliği kendini gösterdiğinde sistemik bir saptırma tepkisine dönüşüyor. Örneğin, AKP hükümeti yangın söndürme uçaklarının yetersizliği nedeniyle, iklim krizinin bir sonucu olarak Ağustos 2022'de başlayan bir dizi orman yangınını söndürmek için haftalarca mücadele etti. Hükümet kontrolündeki medya derhal, hiçbir gerekçe göstermeden, orman yangınlarından Kürt hareketini sorumlu tutan ve kriminalize eden komplo teorileri ve yanlış bilgiler yaymaya başladı. Bu ırksallaştırılmış kitlesel panik, etkilenen bölgelerdeki Kürtlerin ve Suriyeli mültecilerin linç edilmesiyle sonuçlanırken hükümetin başarısız afet müdahalesinin siyasi maliyetini de potansiyel olarak azalttı. Türk hükümeti deprem felaketinden sonraki ilk hafta da benzer baskıcı eylemlerde bulunmuştur. Etkisizleştirme çabaları binlerce kişinin daha hayatını kurtarabilecek daha etkili bir afet müdahalesi pahasına yürütüldü.

Dayanışma Ağlarının Etkisizleştirilmesi 

Felaketin hemen ardından Erdoğan, iki depremin de kaderin bir oyunu olduğunu iddia ederek dini tabanına hitap etmeye çalıştı. Hükümet bu çerçevenin sınırlarını çabucak fark etti ve iki depremin olağanüstü şiddetli olduğu ve hiçbir afet azaltma çabasının kaçınılmaz yıkımı önleyemeyeceği argümanına döndü. Dayanışma ağlarının, yardım kuruluşlarının ve muhalefetin öncülüğündeki belediyelerin bu kadar hızlı ve etkili bir seferberlik kampanyası başlatması karşısında şaşkına dönen Türk hükümeti, bunun yerine bir etkisizleştirme kampanyası başlattı. Bu durum 7 Şubat 2023 tarihinde hükümetin polis ve askere daha fazla takdir yetkisi vermek amacıyla depremden zarar gören on ilde üç ay süreyle "olağanüstü hal" ilan etmesinde görülebilir. (Hükümet daha önce kapsamlı afet yardım fonları sağlamak için depremin vurduğu bölgeleri "afet bölgesi" olarak belirlemişti).

8 Şubat'ta hükümet, toplum temelli yardım çalışmaları için elzem olan Twitter ve TikTok'a erişimi kısıtlamaya çalıştı. Türkiye'de Twitter'ın tamamen belirli konumlarda acil kurtarma çağrılarıyla dolduğu bir anda böylesine zalimce bir hamle hükümetin beceriksizliğini ortaya koymakla kalmadı, aynı zamanda kurtarma çalışmalarını da ciddi şekilde tehlikeye attı. Hükümet, çarpıcı bir şekilde kamuoyundaki yaygın tepki nedeniyle bu kararından dokuz saat içinde geri adım atmak zorunda kaldı; bu da AKP'nin otoriter afet müdahalesinin merkezinde ortaya çıkan krizin derinleştiğine işaret ediyordu. İlerleyen günlerde, Türk polisi başarısız afet azaltma çalışmalarının maliyetini başkalarının üzerine yıkmak amacıyla yönetmelikleri ihlal ettiğinden şüphelenilen müteahhitleri tutuklamaya başladı. Bununla birlikte devam etmekte olan insani krizin büyüklüğü ve aciliyeti ile karşılaştırıldığında, hükümetin bu eylemlerinin hiçbirinin kamuoyunda süregelen öfke üzerinde fazla bir etkisi olmadı.

Olaylar hızla alevlendi. Nispeten az sayıda yağma olayı rapor edilmişti. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan acil durum yetkilerine duyulan ihtiyacı gerekçelendirirken depremden etkilenen bölgelerdeki yağmacıları ve suçluları ezme sözü vererek ahlaki panik tohumları ekti. Göçmen karşıtı ırkçı bir gündem izleyen "muhalefet" partileriyle işbirliği içinde "yağma tehdidini" şişirmek için sosyal medyada etkili bir yanlış bilgilendirme kampanyası başlatıldı. "Suriyeli yağmacıların" Türk polisi tarafından işkence gördüğü iddia edilen görüntüler gizemli bir şekilde ortaya çıktı ve sosyal medya akışlarına hakim olmaya başladı.

Devletten bağımsız olarak harekete geçirilen bir afet müdahalesi sonucunda derinleşen bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya kalan hükümet, kanun ve düzen politikaları yoluyla meşruiyet yaratma girişimi olarak bir yandan "tehlikeyi" (yağmacılar) icat ederken, diğer yandan da bu tehdide karşı "kalkan" (devlet şiddeti) olduğunu iddia etmek zorunda kaldı. Hükümet tarafından desteklenen ve yağmalama korkusuna yöneltilen ırkçı histeri sadece yağmacı olduğu iddia edilen kişilere işkence edilmesiyle kalmadı; aynı zamanda üç kişinin linç edilerek öldürülmesine ve bir diğerinin de jandarma (kırsal polis gücü) gözetiminde ölmesine neden oldu. Devlet destekli terör, yakın gelecekte dayanışma ağlarını ortadan kaldırmak amacıyla depremden etkilenen bölgeleri şimdiden militarize etmiştir.

Dayanışma hareketi tarafından organize edilen yardımların kamulaştırılması da Türk hükümetinin etkisizleştirme dağarcığının merkezinde yer aldı. Hükümet, tüm afet yardımlarının AFAD'ın koordinasyon merkezleri aracılığıyla depremzedelere ulaştırılmasında ısrar etti. Hatta Kürt sivil toplum örgütleri ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) tarafından organize edilen yardımlara el koymak için polis güçlerini kullandı ve Maraş'ın Pazarcık ilçesindeki bir yardım organizasyon merkezine bir kaymakamı "kayyum" olarak atadı. Siverek, Güçlükonak ve Malatya'da da benzer yardım engelleme vakaları rapor edilmiştir.

Benzer şekilde, Türkiye Komünist Partisi'nden (TKP) on yardım görevlisi görünüşe göre depremin vurduğu bölgelerdeki aktivistleri sindirme girişiminin bir parçası olarak kalabalık bir polis grubu tarafından gözaltına alındı. Hükümet müttefiki Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) yetkilileri, Türkiye'nin önde gelen afet yardım kuruluşlarından biri olan Ahbap'a, yapılan bağışlara el koymakla defalarca tehdit savurmuştur. Dahası, üniversite öğrencilerinin son bir hafta içinde ülke çapında yardım örgütlenmesinde nasıl etkili olduklarını gören AKP hükümeti, üniversite öğrencilerinin kampüste örgütlenmesini ve harekete geçmesini önlemek için bir strateji geliştirdi. Hükümet, devlete ait tüm yurtların depremzedeler için boşaltılacağını ilan ederek akademik yılın sonuna kadar yüz yüze üniversite eğitimini imkansız hale getirdi.

Ülke çapında artan hükümet karşıtı protestolar Erdoğan'ın neden önleyici tedbirlere başvurduğunu gösteriyor. On binlerce futbol taraftarı 26 Şubat'ta depreme tepki olarak hükümetin istifasını talep etti. Türkiye İşçi Partisi'nden (TİP) yüzden fazla aktivist, hükümetin depremzedelere çadır sağlayamamasını protesto etmek için İstanbul'da bir miting düzenledikten sonra acımasızca saldırıya uğradı ve gözaltına alındı.

Etkisizleştirme üzerine giderek büyüyen literatüre göre, bu terim muhalefetin ezilmesinden daha fazlasını ifade etmektedir. Etkisizleştirme aynı zamanda güç üretir. Yeni politikaların, ekonomik projelerin ve toplumsal düzenlerin yaratılmasını sağlar. Erdoğan, hükümet öncülüğündeki etkisizleştirme kampanyasının ikinci haftasında, harap olmuş tüm şehirlerin bir yıl içinde yeniden inşa edileceği sözünü verdi. Diğer potansiyel sorunların yanı sıra Erdoğan'ın öncelikle yeni ve zorlu bir meydan okumanın üstesinden gelmesi gerekiyor: muhalefet partilerini iktidar koalisyonuna karşı daha da sıkı bir şekilde birleşmeye iten dayanışma çabaları yoluyla aşağıdan yükselen yeni toplumsal güçler.

Harun Ercan siyaset sosyoloğu ve Binghamton'daki New York Eyalet Üniversitesi'nde doktora adayıdır. Devlet sosyolojisi, savaş ve çatışma, otoriterlik, toplumsal hareketler, ırk ve etnik köken konularında uzmanlaşmıştır. Ayrıca Diyarbakır Belediye Eş Başkanlarına uluslararası ilişkiler danışmanı olarak hizmet vermiştir.

Available in
EnglishPortuguese (Brazil)TurkishFrench
Author
Harun Ercan
Translator
Aybike Ceren Kahveci
Date
21.04.2023
Source
JadaliyyaOriginal article🔗
Privacy PolicyManage CookiesContribution SettingsJobs
Site and identity: Common Knowledge & Robbie Blundell